banner565

banner472

banner458

banner457

Prof.Dr. Erinç Yeldan: “Üretkenlik yavaşlıyor”

Akademisyen ve Ekonomist Prof.Dr. Erinç Yeldan’a göre Türkiye 1980’lerden bu yana ithalata dayalı ve taşeronlaştırılmış bir sanayi ve dış borç (ya da dış yardım) ile yürüyen bir ekonomi kurgusuna sahip. Oysa bunun bir çözümü var: Ulusal tasarruflara dayalı, kamu ile özel sektör arasında dayanışmaya ve inovasyona yönelerek üretkenliği ön planda tutan ama bölgesel eşitsizliklerin çözümüne öncelik veren bir sanayileşme stratejisine geçilmeli.

EKONOMİST 01.09.2017, 08:51 29.08.2017, 10:40
6004
Prof.Dr. Erinç Yeldan: “Üretkenlik yavaşlıyor”

Bilkent Üniversitesi, İİSBF Dekanı Prof.Dr. Erinç Yeldan, Türkiye ekonomisinin şu anda en önemli sorunu olarak sabit sermaye yatırımlarının durgunluk içinde kalması ve büyümenin ana kaynağının, biraz da kamu eliyle pompalanan, tüketim harcamalarına dayanmasını gösteriyor. Yeldan, “Tüketim ise çoğunlukla dış borçlanmaya ve içeride de hane halklarının ve şirketlerin yüksek tempolu borç kullanımına dayanmakta olduğundan, büyüme bir yandan dış kırılganlığı arttırıyor ve enflasyonist baskılar yaratıyor” uyarısını yapıyor. Diğer yandan “inşaata dayalı büyümenin” önemli bir sorun olduğunu hatırlatan Yeldan, “O da şu: inşaat sektörü özü itibariyle döviz kazandırıcı olmayan bir sektör. Oysa girdilerinin önemli bir bölümü ithal. Dolayısıyla ithalata dayalı girdi kullanan, ancak ihracat ve döviz yetisi olmayan bu sektörün genişlemesi dış açığa da neden oluyor” bilgisini veriyor.
“Dış kırılganlık var” ,
Türkiye’de dış kırılganlığın en önemli göstergesi, kuşkusuz, cari işlemler açığı denilen reel sektörün döviz açığı ve bunun finansmanında kullanılan dış borç yükü.  Türkiye yılda ortalama 35-45 milyar dolar arasında cari işlemler açığı veriyor ve bunun getirdiği dış borçlanma nedeniyle Türkiye’nin 2003 yılında 130 milyar dolar olan dış borçları, şimdi 450 milyar dolara dayandı. Yeldan, Türkiye’nin gelişmekte olan yükselen ekonomiler arasında döviz bazında dış borcunu arttıran ülkelerin başında geldiğini belirtiyor ve bütün bunların doğal uzantısı olarak ise üretkenlikte yavaşlamayı gösteriyor.
Yeldan, OECD verilerinden derlenen tabloyu paylaşarak, “Türkiye’de üretkenlik kazanımlarının 2008’de bu yana durduğunu ve 2001 krizi sonrasında gerçekleştirilen üretkenlik sıçramasının sürdürülemediğini gösteriyor. İnşaat bazlı ve tüketim harcamalarına dayalı bir büyüme sürecinin sürdürülemez nitelikte olmasından bunu kastediyorum” açıklamasını yapıyor.

Üretkenlik için siyasi irade yok
Türkiye’nin mevcut ekonomik politikalarını değerlendirdiğinde gelecek için iyimser veya kötümser tarafta mı olduğunu sorduğumuz Yeldan, şu yanıtı veriyor: “Tüm bilimlerde olduğu gibi iktisat bilimlerinde de sadece iyimserlik ya da sadece kötümserlik yok. Nesnel koşullar ve bunların yarattığı sorunlar-çözümler kümeleri vardır. İktisat bilimi de sorunların tespitinin yanında alternatif çözümlerin göreceli başarılarına ve maliyetlerine bakar. Hayatta her seçimin bir bedeli vardır. Şu anda Türkiye kabaca neredeyse 1980’lerden bu yana ithalata dayalı ve taşeronlaştırılmış bir sanayi ve dış borç (ya da dış yardım) ile yürüyen bir ekonomi kurgusuna sahiptir. Oysa bunun çözümü ulusal tasarruflara dayalı ve kamu ile özel sektör arasında dayanışmaya ve inovasyona dayalı, üretkenliği ön planda tutan ama bölgesel eşitsizliklerin çözümüne öncelik veren bir sanayileşme stratejisini kurmaktan geçmektedir. Söz konusu strateji konusunda henüz siyasi bir irade oluşturulmamıştır. Bunun oluşturulmasına katkıda bulunmak da hepimizin görevidir.”

Yeni normal Türkiye’ye farklı yansıyor
Yeldan’ın tanımıyla dış borç ya da dış yardım ile büyüyen Türkiye ekonomisinde gerilen AB ilişkilerini merak ediyoruz. Yeldan, detaylı bilgi veriyor: “21. yüzyılın ikinci on yılı sürerken küresel ekonominin gelişimine dair üç önemli gözlem yapmak mümkün:
1-Deflasyon, yani tüm fiyatların (ücretler ve faizler dahil) çöküşü;
2-Üretkenlik kazanımlarında gerileme; ve (3) gelir eşitsizliğinin artması; sosyal dışlanma ve parçalanmanın derinleşmesi. 
Benim değerlendirmeme göre; iktisat medyasında bu süreç yeni normal diye tanıtılarak, sıradanlaştırılmaya çalışılmakta. Ancak bu yaşananların bir de karlar, sermaye birikimi ve teknolojik uzantılarına ilişkin sonuçları var. Nitekim, bu süreçte yaşanan deflasyon sonucunda fiyatlar ile birlikte kar oranları da gerilemekte ve sermayenin yeniden üretimi zorlaşmakta. Artan gelir eşitsizliği ise başta etnik ve yerel nitelikli savaşlar olmak üzere, uluslararası göç dalgalarının, yoğunlaşan sosyal gerilimlerin ve küresel siyasi şiddetin ana nedenini oluşturmakta.
Üretkenlikte durgunluk (ve hatta Avrupa ve ABD için son iki yıldır gözlenen gerileme) ise 21. yüzyıl kapitalizminin en önemli açmazlarından birisi olarak öne çıkmakta. Aşağıdaki grafikte bu tespitleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Grafikte işçi başına milli gelir artış hızlarına ilişkin sunduğumuz verilere göre, 2010 sonrasında kapitalizmin beş merkez ekonomisinde üretkenlik kazanımları yüzyılın ilk on yılı ile karşılaştırıldığında ciddi anlamda gerilemiş gözüküyor.  Bir zamanların üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de ve 2. Dünya Savaşı sonrasının mucize ekonomisi Almanya’da üretkenlik temposu yarı yarıya düşmüş vaziyette; Japonya’da gerileme yüzde 80’i aşmış.  ‘Silikon Vadisi’ni, ‘Google arama motoru’nu, uzaydan takip sistemlerini, Uber taksiyi dünya tüketicilerinin emrine sunmayı başaran Amerikan kapitalizmi ise üretkenlikte tam bir çöküş yaşıyor.
Teknolojik inovasyonları ve yeni sanayileşme dalgasını bir türlü üretkenliğe ve milli gelir artışlarına dönüştüremeyen küresel ekonominin merkez ülkeleri, bu yüzdendir ki 2008’den bu yana büyük durgunluğun kıskacından kurtulamıyor. Bu koşullar altında Amerikan Merkez Bankası olarak düşündüğümüz Fed’in uygulamaya koyduğu devasa parasal genişleme operasyonları ancak geçici iyileştirmeler yaratırken günümüzün ‘FED faizleri yükseltir mi? Yükseltirse bunun dünya ve Türkiye ekonomisine etkileri neler olur? T.C. Merkez Bankası faizleri düşürür mü?’ türü ‘can alıcı’ soruları, ekonomi medyasının güncel magazin sohbetlerine malzeme oluşturmak dışında herhangi bir anlam taşımıyor.
21. yüzyılda küresel merkez ekonomilerinde artık yeni normal diye anılan koşulların Türkiye benzeri çevre ülkelerindeki sosyal yansıması ise ‘rekabetçi otoriterliğe’ dayalı siyasi şiddet olarak tezahür ediyor. Yeni normal ‘rekabetçi’, çünkü mevcut siyasi partilerin artık başlıca uğraşı kendilerini yerel ve uluslararası sermayeye beğendirmek için kıyasıya yarışmak. ‘Otoriter’, çünkü bu tıkanmışlık ve çaresizliğin yol açacağı sosyo-politik uyanışın sistemi sorgulamasına fırsat vermeden, acilen bastırılması gerekli.  Bu endişenin Türkiye’ye özgü görünümü ise katılımcı demokrasi kurumlarının tahribatına varan bir siyasi kriz olarak yaşanmakta.”

Yorumlar (0)